0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

1. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

Merhaba canımın içlerii.

Yeni bir kitapta yeniden buluşuyoruz. İçimde sizlere bölüm yayımlamanın heyecanı var, hem de epey. Bu yüzden yayımladıktan sonraki süreçte sık sık bölüme girip sizlerle iletişimde olacağım, yorumlarınızı bırakırsanız çok mutlu edersiniz beni.

Dipnot: Kitap erkek bakış açısıyla yazılı, kafanız karışmasın.

🀄️

ALP EREZ SOYKAN.

1. Bölüm. 

Bugün bana, yakında öleceksin, dendi. Ve böylelikle anladım, dün bu hayattaki son huzurlu günümmüş.

“Alp… bunları sana söylediğim için çok üzgünüm, inan sonuçların bu kadar kötü çıkmasını ben de beklemiyordum. Tümör, o kadar kritik bir yerde ki, temizlenmemesi halinde… üç aydan fazla yaşayamazsın.”

 Yirmi yaşına girmeden ölecektim.

“Daha önce gelseydin belki... belki bir şeyler yapabilirdik fakat çok gecikmişsin görünüyor.”

 Dilim, on katı büyüklüğe ulaşmış gibi ağzımda hiç hareket ettiremeden karşıma bakmaya devam ettim. Eğer yapabilseydim birkaç şey soracaktım, mesela bu baş ağrıları ve dönmenin hayatımın son gününe kadar devam edip etmeyeceğini.

Dicle abla başını masadan kaldırıp elindeki kâğıdı bana doğru uzattı. “Sana yazdığım bu ilaçları alırsan baş ağrılarına iyi gelir.”

Beynimden komut gelmiş gibi bir hışımda doğruldum, o kadar hızlı kalktım ki koltuk neredeyse arkaya düşecekti. Dicle abla da oturduğu masadan kalkıp yüzüme bakarken, “İyi misin?” diye sorma gereği duydu.

Geriye doğru iki adım attım. “Yine uğrarım.”

 “İlaçların…”

 Arkamı döndükten sonra kapıya doğru süratle yürüdüm, dışarıya çıktığımda mide bulantısıyla merdivene koştum. Hastaneden ayrılırken iki kez kendi ayağıma takıldım ve serin havada, kaldırıma çıkıp yürüdüm. Yakında öleceğimi öğrendim diye korktum mu bilmiyorum ama çok şaşırdım.

 Aslında şaşırmamalıydım, küçükken çok haşereymişim, başımı zaten sürekli belaya sokarmışım. Düşermişim, oturduğum yerde bile kendimi yaralarmışım, annem sürekli eli kalbinde gezermiş. Doğal gelişen hastalıklarım da oluşmuş, annem çok endişelenmiş, babam yalnızca birkaçına tanık olabilmiş, çünkü görev sırasında şehit düşmüş.

 Bu zamana kadar geçirdiğim hastalıkların hiçbirisi öldürücü değildi, bu yüzden pek de takmadım, zaten canım da hiç tatlı değildir ama bu kez… canım çok tatlı geldi, ölmeyi istemedim.

Annem yapayalnız kalacaktı.

Önce babam, ardından ben…

Kendimden önce aklıma ilk annem gelmişti, öyle olması gerektiyse ben ölürdüm ama o ne yapardı? Bir şey mi yapmalıydım, ölmemem için ne yapabilirdim? Doktora daha önce mi gitmeliydim? Ama ben umursamam kendime ne olduğunu, bu yüzden erteledim. Öleceğim kesin miydi? Gerçekten üç ay mı yoksa daha önce mi ölürdüm? Ya da üç ayı biraz geçer miydi? Anneme ne olacaktı, dostlarıma ve arkadaşlarıma söyleyecek miydim?

 Ya ona…

 O kıza.

O kıza yalnızca artık sevgilim ol, demeyi istiyordum.

Okul gömleğimin birkaç tanesini açarken hangi sokağa girdiğimi görmek için etrafımda döndüm, buradan okula gitmem gerekiyordu ama rastgele yürümüştüm. Burası okulun ters istikametiydi ama zaten… ölecekken kim okuluna gitmeye devam ederdi ki?

Belki üç ay sonra ama işte bugün, bir günde bitti hayatım.

Bir baş dönmesiyle beraber yanından geçtiğim bir evin duvarına yaslanıp durdum. Sokakta uzun, geniş gövdeli ağaçlar vardı, hepsi rüzgârın gücüyle gürültü çıkarıyordu. Başımın arkası duvara sertçe vururken gözlerimi yukarıya kaydırıp büyüyen gözbebeklerimin bir noktaya odaklanmasını bekledim.

Son zamanlarda başım şiddetli ağrıyor, midem bulanıyor, bazen de gözlerim kararıyor diye gittim Dicle ablanın çalıştığı hastaneye. Annem git dedi, bana kalsa yine gitmezdim. Canımın değerini hiç bilmediğim, bedenime bu kadar hoyrat davrandığım için bir ceza mıydı bu?

 Tümör.

Beynimde, dokunulmaya cesaret edilemeyecek bir noktada, beni öldürecek büyüklükte.

“Siktir…” hakikaten öleceğim.

Gerçekleri kavrayamadığım için sanırım, bir gülme tuttu. Sinirlerim bozulmuş halde hareket etti omuzlarım ve bu yüzden telefonumun titrediğini geç fark ettim. Başımı önüme düşürüp telefonumu çıkarırken sırtımdan soğuk terler akıyordu. Ekrana bakınca o gülme hissi yok oldu, arkadaşımın araması gerçeği suratıma bir daha çarptı.

Bu çocukla hayatımın sonuna kadar dost kalacağımı düşünürdüm.

Sanırım… gerçekten de öyle olacak.

Arama meşgule düştü ve ikinci kez aramaya başladığında ekranı sağa kaydırdım. Telefonu kulağıma koyduğumda, “Neredesin?” diye sordu Özgür.

“Ben… okula geliyorum.” Okula gittiğim falan yoktu, ezbere konuşmuştum.

“Aynen öyle yapsan iyi olur, ilk dersi zaten ektin.” Ders mi? Artık kimin umurundaydı ki?

Ama… onu görmemin tek çaresi okula gitmek, onu sadece okulda görebiliyordum.

 Görsem de ne yapabilirim ki? Artık hiçbir şey.

 “Lan, ses versene.” Özgür konuştu. “Bak, seninki de burada, teneffüste bizim koridorda dolaşıyordu, gözleri seni arıyordu…”

Tanyeli. 

Adı Tanyeli’ydi.

“Geliyorum, görüşürüz,” diyebildim ve aramayı kapatıp telefonu koyarken verdiğim cevaba küfrettim. Ne okulu be… Kim giderdi okula bu saatten sonra? Ama Tanyeli’yi yalnızca okulda görebiliyordum, okul onu her gün görebilmemin tek yoluydu. Eve gitmeliyim, annemi görmeliyim.

 Ama eve dönersem şüphe duyardı, endişelenirdi. Annem çok soru sormaz ama aklı takılırdı. Niye bu kadar şey düşünüyorum ki? Öleceğimi öğrendim, hepsi önemsiz şeyler. Ne düşüneceğimi de bilmiyordum, o yüzden mi garip detaylara yoğunlaşıyordum?

“Öleceğim…”

 Yere düşürdüğümü fark ettiğim defterimi alıp doğruldum, okul istikametine dönerek yürümeye başladım. Başım, bu hastalık yüzünden mi yoksa aldığım haberin şoku yüzünden mi dönüyordu, ayırt edemiyordum. Yürümeyi severdim ama dakikalardır her adımım bir ton ağırlığında gibiydi, yokuşu çıkarken açık kahverengi saçlarım arasından ter damlaları iniyordu. 

O kadar yaramaz, yaralı, hastalıklı büyümeme rağmen ölümü düşünmemiştim.

Ya bir ay ömrüm kalmış olsaydı? Veya haftaya ölecek olsaydım. İlk kimin yanına giderdim? Annemin yanında alırdım soluğu. Sonra Tanyeli’nin yanına giderdim, resmi olarak hiç tanışmamış olsak da. Sonra… babamın mezarına giderdim, ardından dostlarımın yanına. Ya da hepsinin yanına bir anda mı gitmeyi isterdim?

Aslında ilk babamın yanına gitmeliyim, yanına geleceğimi haber vermeliyim.

Onun gibi, kazılı bir kuyuya, benim için açılan mezara gireceğimi söylemeliyim. 

Göğüs kafesimden bir acı boşalınca durdum, başımı nefes nefese kaldırıp okul güvenlik kapısından geçtim. Ceketim ve defterim titreyen elimdeydi. Ders başladığı için etrafta pek kimse yoktu, bu yüzden binaya girerken tanıdığa rastlamadım.

 Kahretsin, neden okula gelmiştim ki? Düzenim, yapmam gereken bu olduğu için mi? Kimsenin suratına bakacak halde değildim, kendi kendime bile konuşamıyordum; dudaklarım kupkuruydu. Kolejin üst katlarına tırmanıp dersliğimin olduğu yere yöneldim, adım atıyordum ama bacaklarımı hissetmiyordum. Gözlerime bir şey batıyordu, öyle kolay kolay ağlamayı da gururuma yediremezdim oysa.

Ağlamak demişken… Annem çok ağlayacaktı.

Ne yapacaktım? Ne yapacaktım!

“Alp, kapıyı neden çalmıyorsun? Ahıra girer gibi niye giriyorsun?”

 Başımı bağıran öğretmenime çevirirken fark ettim kapıyı açıp içeriye daldığımı. Fizik öğretmenine cevap vermeden, boş boş bakınca adam kaşlarını kaldırdı. “İyi misin?”

“Erez,” diye kısıkça seslendi Özgür.

 Arkadaşımın sesine döndüm ve eliyle yanını işaret edince, komut almış gibi oraya ilerledim. Çocukluğumda yaramazım dedim ama gençliğimde, şimdi on dokuz yaşında bir adamken daha sakindim. Bu yüzden öğretmen aksi birisi olmadığım için ses etmedi, ben arkadaşımın yanına otururken söylenerek dersine döndü.

 Özgür, ben yanına oturduğum an bana dönüp kaşlarını kaldırdı. “Hey! Dünyadan Erez’e?” 

Ceketimle defterimi sıraya bırakıp arkadaşıma göz attım ve mavi gözleri beni fark edince dikkat kesildi. Dudaklarını kapatıp açtı. “N’oldu sana? Bir tuhafsın? Rengin de atmış?”

 “Hiç.” Neden bağıra çağıra, şaşkınlık içinde olanları anlatmadığımı biliyordum. Bir anda herkes için üç ay sonra ölecek birisi olmak istemedim, bu öğrenildikten sonra kim olduğumun bile önemi kalmayacaktı. Acınası. “Bu sabah kafam dağınık sadece. Beni biliyorsun, bazı geceleri uykusuz geçirince tepem atıyor.”

 Özgür söylediklerimi tartıyor gibi kaşlarını kaldırdı, yüzümü etraflıca süzüp dudak kıvırdı. “Yine gece boyunca kızı düşündün değil mi? Gözüne de uyku girmedi. Açılsana kıza…” sessizce konuşuyordu. “Senden hoşlanıyor, bariz belli. Ne bekliyorsun, başkasının senden önce davranmasını mı?”

Duyduklarım beni daha kötü yaptı, dostum olmasa suratına bir tane vurmak isterdim. Sırama doğru yaslanıp, “Kafamı ütüleme,” dedim.

“Mataramda kahve var, vereyim mi? Ayılırsın.”

“Yok, yok…”

“Madem öyle, ne halin varsa gör…”

Söylene söylene önüne dönünce ellerimi sıranın altında birleştirip sıkmaya başladım. Karşıma, öğretmene baksam da anlattıklarını duymuyordum. Bugüne kadar beynimin ne kadarını kullanıyorsam, bugün onun yarısını bile kullanamıyordum.

Kalbim çok hızlı çarpıyordu.

Bu kalp sadece üç ay daha benimdi. Bu, onu yalnızca üç ay sevebileceğim anlamına mı geliyordu?

 Neşeli veya sert bir adam değildim, tavırlarım sevdiğim insanlara göre şekil alırdı. Genellikle de sabahın erken saatlerinde huysuz olurdum. Fakat bu sabah, kim olduğumu, her gün okula gelirken nasıl olduğumu, ne kadar kaygısız olduğumu unutmuştum. Belki üç ay sonra ölecektim ama duygularım bugünden ölmüştü.

 Bir gürültüyle kafamı çevirince zilin çaldığını anladım, sınıf arkadaşlarımın bir kısmı dışarıya çıkarken diğer kısmı bir araya gelip konuşmaya başlamıştı. Hepsine dalgın dalgın bakarken, Özgür koluma hafifçe vurdu. “Dışarıya çıkmıyor muyuz?”

 Evet, bir süredir rutinim buydu, teneffüslerde koridora tünerdim, Tanyeli’nin sınıfının olduğu yerlerde dolaşırdım. Okula bu dönemin ortalarında, duyduğuma göre özel bir kolejden ayrılarak gelmişti. Birkaç haftadan uzun olmamıştı, onu gördüğüm ilk günü eksiksiz hatırlardım. Onun da beni ilk kez o gün fark ettiğine emindim. Sonrasında nerede görsem çekinmeden yüzüne bakmaya başladım, onu beğendiğimi anlamamasına imkân bırakmayacak şekilde karşısına çıktım. Şimdi eminim, ondan hoşlandığımı biliyordu. Bazen bakıştığımızda bana gülümsüyordu, hafifçe kızarıyordu. Bir adım bekliyordu, bir hamle. Hiç konuşmadık, onunla bir süre daha uzaktan bakışmak hoşuma gidiyordu ama bugünlerde ona açılmayı düşünmüştüm… fakat artık nasıl yapardım?

 Ölecekken mi?

“Alp, senin neyin var?” diye ses yükselten Özgür’u duyunca kaş çatarak gözlerine baktım. Sırasından kalkmıştı, yukarıdan anlamamış halde bakıyordu. “Bir şey mi yaptım? Bana mı bozuk atıyorsun?”

“Yok…” normal davranmaya çalışmam lazımdı. “Bir şeyler düşünüyordum dostum, iyiyim.”

Sıraya hafifçe vurdu. “Gel, Nehir’in yanına gide…”

O sırada, “Günaydın,” diyen Nehir’in sesi duyulmuştu bile.

Özgür omzunun üstünden arkaya dönerken ben de doğrudan bakışlarımı çevirdim. Nehir, tek kız arkadaşımdı. Doğrusu Özgür’ün de bu hayatta sevdiği tek kızdı, duygularımız tamamen dostaneydi. Benim değil ama Özgür’ün kadınlara karşı derin bir tahammülsüzlüğü, sevgisizliği vardı. Ona rağmen Nehir’i severdi, sevilmeyecek gibi değildi. Koyu saçlarına iki ayrı sade toka takmıştı, yanımıza geldiğinde kolunu Özgür’ün omzuna atarak gülümsedi. “İlk derste yoktun, gelmişsin…”

“Geldim,” dedim onlara bakarken. Gençliklerini görüyordum. Birinin yakışıklı yüzünü, diğerinin güzel yüzünü. “Senin hiç arkadaşın yok mu, her zil sesine yanımıza koşuyorsun?”

“Yok,” dedi ama okuldaki hemen hemen herkes Nehir’i severdi. Elini bana doğru uzattı. “Gel, kantine inelim.”

Hayatım, aynı dünle aynıymış gibi davranarak doğruldum, kalktığımda kolumu omzuna attım ve Özgür çantasından bir sigara çıkarıp cebine sıkıştırırken sınıf kapısına ulaştık. Kendimi arkadaşlarıma vermeye çalışıp Nehir’in omzunu sıktım. “Hafta sonu n’aptın? Ders mi çalıştın?”

“Elbette! Sınavlara çok az kaldı!”

Özgür Nehir’in saçını çekince dikkatinin dağılmasına sevindim. Arkasına dönüp Özgür’ün üstüne yürüdüğünde, arkadaşım hafifçe sırıttı. Gerçekten kızlarla takılmayı bile çok sevmezdi ama Nehir’le eğlenmesini seviyordu. Başlarda Nehir’e olan duygularının özel olduğunu bile düşünmüştüm ama değildi. Şefkat gösteriyordu, abi gibi davranıyordu.

Terasa, kantine çıktığımızda açık hava beni hafifçe sarstı. Kendime geleceğimi söylüyordum ama bir dakika sonra tekrar şok oluyordum aldığım habere. Kantin tezgâhına yürüdüm ve bir su alırken, Özgür ile Nehir’in de kahve istediğini gördüm. Kahveleri dolarken bana döndüler. “Tanyeli’yle bugün konuşursun artık değil mi?” dedi Nehir, tehdit ediyormuş gibi. “Kızla uzaktan bakışmak, göz kırpmak falan hoşuna gidiyor da nereye kadar? Onunla konuş artık. Kız çok güzel Alp, sen yapmazsan başkası yapacak…”

Dişlerimi birbirine bastırdım. “Herkes ondan hoşlandığımı anladı, ona bakıp durduğumu biliyorlar…” sanki önemi varmış gibi niye konuşuyordum ki? “Bir dakika… Özgür’de başkası açılır ayakları falan çekti, bir şey mi biliyorsunuz siz?”

Özgür kahveleri alırken, Nehir göz kırpıştırdı. “Yok yani öylesine dedim, sonuçta güzel kız, okuldakiler seni sever ama ondan hoşlanan başkaları da çıkacaktır. İlk kez birine ilk görüşte vurulmuş gibisin, sadece neden harekete geçmediğini anlamıyorum.”

Yemin ederim yapacaktım, çünkü artık ona bakmak yetmiyordu.

Ama artık nasıl yapılırdı? Saçmalık olurdu. Öleceğini bile bile… kim yapardı?

Suyu kafama diktim, sonuna kadar içtim. Elimi ağzımın tersine koyup şişeyi ilerideki çöpe fırlatırken, Özgür dirseğimden tutup terasın kenarına çekti beni. “Bir derdin mi var senin?”

Ellerimi terasın yüksek duvarına koyup aşağıya baktım. Kantin en üst kattaydı, okulun arka tarafına bakıyordu, önümüzde bir orman vardı. Ön tarafında da çok çiçeği böceği vardı ama buradaki kadar değildi. Şehrin en eski liselerinden birisiydi, bu sabaha kadar çok güzeldi. Ama artık duvarın rengi bile umurumda değildi.

“Yok bir derdim,” dedim gözlerimdeki batma hissiyle. Özgür terası kontrol edip bir öğretmenin gelmediğine emin olduktan sonra sigarasını çıkarıp dudaklarına aldı. Hemen tutuşturduğunda pakete bakarak elimi uzattım, Özgür bir tanesini çıkarmama garip garip baktı. “N’apıyorsun?”

“Sigara?” dedim çakmağı da alırken.

“İyi de içmiyorsun ki?”

“Bir seferlik,” dedim ve sigarayı dudaklarıma alıp tekrar aşağıya baktım. En son ne zaman içmiştim, hatırlamıyordum bile. Nadiren keyif sigarası alırdım.

“Sen bugün bir garipsin, söyleyeyim,” dedi halime gülerek.

Neden bilmiyorum ama gülmesine sinir oldum, belki kaygısızlığına imrendim, boş yere dostuma çatmamak için de hemen gözlerimi kaçırdım. Öyle korkmaz, göz kaçırmazdım ama duygularım gözlerimden okunuyordu, engel olamıyordum.

Nehir bize yaklaşıp terastan sarkmaya başlayınca onu tuttum ve sertçe, “Yapma,” dedim.

Hafifçe irkilip, “Şey, hep böyle yapıyorum,” dedi.

Evet, doğru, hep biraz sarkardı ama öleceğini düşünmezdim, yerle bu teras arasında kaç metre olacağını hesap etmezdim.

Onu bırakarak geriye çıktım, arkadaşlarımın her ikisi de bir açıklama bekliyormuş gibi bana bakarken, “Tuvalete gidiyorum,” diyerek arkamı döndüm.

Özgür, “Geleyim mi lan, tek yapamaz gibisin?” dedi alaycı ama bir yandan da endişelenmiş bir halde.

Elimi savurdum, yarısını içtiğim sigarayı terastaki çöp kutusuna salladım ve içeriye geçip rastgele yürüdüm. Başımı ellerim arasında tutarken nefeslerimin ne kadar hızlandığını geç fark ettim, bir yere doğru koşarak bağırmak istedim. Merdiveni soluk soluğa indim, ellerimi yüzümde sertçe gezdirerek koridoru döndüm.

Yürüyüp yoluma gitmeye devam edecektim ama birisine çarpınca istemsizce ellerim ileriye uzandı. Avucumda ince bir bilek hissedince gözlerimi açtım ve Tanyeli’nin yüzüne ilk kez bu kadar yakından baktım. İyi ki onu görmeden önce tutmuştum bileğinden, çünkü gözlerine baktıktan sonra hareket edemedim. İlk kez ona dokunuyordum, öleceğimi öğrendiğim günün acınası bir tesellisi gibiydi bu dokunuş.

Bugünü ona dokunduğum ilk gün olarak mı yoksa öleceğimi öğrendiğim gün olarak mı hatırlardım, bilmiyordum.

Gözleri önce bir şaşkınlıkla büyüdü, onu tutanın ben olduğumu fark etmeden önce neredeyse elimden kaçacaktı. Sonra gözbebekleri heyecanla yüzümde takılı kaldı, aldığı hızlı nefes yüzüne düşen saçı gözünün önünden itti. İçimdeki öfkeyi ona bakarken unuttum, kalbim bir çakı gibi göğsüme battı. Yapabilseydim onu orada, dakikalarca tutardım ama Tanyeli’nin dudakları hafif bir gülümsemeye ev sahipliği yapmaya başladığında beynimden bir komut aldım.

Uzaklaş.

Tanyeli tam ağzını açtı, muhtemelen çarpışmamız hakkında bir şey diyecekti. Ama kahretsin ki beni üzen şeyi yaptım, bileğini tuttuğumdan da hızlı şekilde bırakıp ondan geriledim. Tanyeli, aralık dudaklarını kapattı ve gözlerini kırpıştırırken bileğini kendi eliyle tutarak yutkundu. Kaşlarımı çattım ve sert bakışlarla yanından ayrılırken, bana şaşkınca bakmaya başladığını gördüm.

Arkamı döndüğüm an yumruğumu sıkıp gözlerimi yumdum. Koridordan hızlıca ayrılırken hangi katta olduğumu fark ettim, farkında olmadan Tanyeli’nin sınıfının olduğu kata inmiştim.

Bir üst kata çıkıp kendimi sınıfıma attım, doğrudan sırama oturup dirseklerimi sıraya koydum. Arkadaşlarım sesleniyordu ama yanlarına gitmek istemiyordum, daha fazla okulda kalamazdım. Zaten niye gelmiştim ki, çok saçma davranıyordum.

Üzerine çok düşünmeden ceketimle defterimi alıp kalktım sıradan, seslenmelerine rağmen yüzlerine bakmadığım arkadaşlarım arkamdan söylenirken koridora çıktım. Tanyeli’yi bir daha görmek, ona bir daha öyle sert bakmak istemiyordum, arkadaşlarımla konuşup saçmalamayı da istemiyordum.

Bahçeye çıkınca güvenlik görevlisinin yerinde olduğunu fark ettim, okul bitmeden çıkışlar yasaktı. Sikerler, diye düşündüm ve güvenlikle uğraşmamak adına duvarın üstünden atladım, adam arkamdan bağırırken de yokuşu hızla indim. Doluluktan batan gözlerim alışkanlık haliyle yolu, arabaları kontrol ettiğinde gülmeyi istedim.

Karşıya geçtiğimde başımdaki ağrı şiddetlendi, kendimi sıktıkça alnım patlayacak gibi oldu. Bir taşıta binmedim, hızlı hızlı yürüdüm. Nereye gitmeyi istediğimi biliyordum. Ben ki, bir şey istediğimde onu yapmadan durmazdım. Bu özelliğimiz babamla çok benziyordu.

Sonra aklıma koyduğum gibi mezarlığa yaklaştım, içeriye girdiğimde bir sessizlik hâkim oldu etrafıma. Ağaçların üzerine tünemiş kuşlardan başka kimse yoktu. Ne kadar susadığımı dilim kupkuru olduğunda fark ettim ve üç dakika daha yürüdüm, babamın mezarına ulaştığımda ise ayaklarım durdu.

 Fedai SOYKAN.

Babamın mezar taşındaki ismine bakarken içimi korku kapladı. Alışkanlık haliyle mezarı kirlenmiş mi diye baktım, birkaç kurumuş yaprağı üzerinden alırken defterimle ceketimi kenara koydum. Babam genç bir adamken ölmüştü, sanırım bu yönden de ona benzeyecektim.

Babam bir askerdi. Harp okulunu üçüncülükle bitirdikten sonra göreve başlamıştı. Doğduğundan beri İstanbul’da yaşamış, görev sırasında ise Hakkari’ye atanmıştı. Annem bizzat orada, amcası ve yengesiyle yaşarken tanışmış babamla ve anladığıma göre ilk görüşte birbirlerine âşık olmuşlardı. 

Annem o zamanlarda henüz on sekiz yaşındaymış, babam yirmi iki. Evlenmeleri kısa sürmüş, çünkü babam, annemin amcası yanında sığıntı gibi yaşadığını anlamış, bu da evliliklerini hızlandırmış. Fakat, bu bazı ayrılıkların da sebebi olmuş.

Babam, zengin bir ailenin oğluymuş ve harp okulunu bitirdikten sonra bile dedem onun aile işlerinde çalışmasını istemiş. Babam bunu reddedip görev alınca, bir de dedemin hiç tasvif etmediği, orta okul mezunu, hor görülen bir kadınla evlenmek istediği haberini alınca babama demediği kalmamış.

Fakat bu aşamada oğlunu reddetmemiş. Babam annemi alıp İstanbul’a geldiğinde ve annemi köşke yerleştirdiğinde dedemle tanışmışlar. Annem ailesini küçük yaşta kaybedip, bir sürede hor görülerek yaşadığı için çok duygusal, çok safmış. Her şeye rağmen dedemle anlaşmanın bir yolunu aramış fakat dedem onun odasından çıkmasını bile yasaklamış, babam askerdeyken annemin canını okumuş. Babam sık sık gelemediğinden bunların çok farkında olamamış, babasıyla arasının açılmasını istemediği için annem de bahsedememiş.

Sonra bir gün, babam izni kapıp İstanbul’a dönmüş, o akşam da dedem evinde ağır konuklarını ağırlıyormuş. Anladığıma göre babamı zıvanadan çıkaran şey, dedemin o akşam annemi bir hizmetçi gibi kullanıp konuklarına da öyle tanıtması olmuş. Eve girip de annemi öyle görünce adeta delirmiş, o dakikadan sonra o dedemi reddetmiş.

Öğrendiklerimden, ara ara, üstü kapalı anlatılanlardan sonra ben de dedemden nefret etmiştim, onu hiç görmeden. Sanırım bu yüzden, babam ben sekiz yaşındayken görev esnasında şehit düştüğünle bile annemden başka kimsem olmadı. Dedem ne kadar zengin olursa olsun annem ona bir kez bile ihtiyaç duymadı, babamın arkasından bıraktığı mirası ve şehit aylığıyla yaşadı benimle.

Yaşasaydı kırk üç yaşında olacaktı, ne kadar büyüdüğümü görecekti ve ben öldüğümde annem yalnız kalmayacaktı.

“Seni çok özlüyorum,” dedim babamın mezar taşına dokunarak.

Babam, o gece annemi köşkten alıp çıkardığından bahsettiğinde gözüme bir süper kahraman gibi görünmüştü. Sekiz yaşındaki ben onu hayranlıkla dinlemiştim. Zaten asker olması, onu daha önceden bir kahraman yapmıştı gözümde. Babam görevden eve her döndüğünde üstüne yapışıyordum, asker formasına yatıp uyuyordum.

“Nereden geldi bu hastalık, hiç bilmiyorum baba.” Uzağa doğru bakarken bu sabah duyduklarımı düşündüm. “Son iki aydır başım ağrıyordu, ortada bir sebep yokken bile ağrılar başlıyordu. Kızarsın ama pek umursamadım, geçtiğimiz ay mide bulantısı ve gözlerimde bulanıklık başlayınca annem de bir şeyleri fark etti. Sırf onun endişeleri yatışsın diye gittim baba, anneme bir şeyim yokmuş, demek için gittim…” bunları söylediğime inanamıyordum, birazdan söyleyeceklerime de. “Ben… nasıl ölürüm baba? Bir anda nasıl oldu anlamadım ki!”

Gözümün önünde duran ellerime baktım. Birkaç yara vardı. Tanyeli’nin bileğini tutan avucumu sıkarken yutkundum. “Kendime n’olacağını henüz düşünmedim, ne kadar korktuğumu veya bu aylarda neler yaşayacağımı da… Onlar da geliyor aklıma ama en çok annemi düşünüyorum, yapayalnız kalacak.”

Yere dimdik basan ayaklarıma, kollarıma ve gövdeme baktım. Ölümün farkındalığı her dakika daha da yerleşiyordu beynime, zihnimle beraber bedenim de değişmiş gibi geliyordu.

“Çok genç değil miyim baba? Beynimdeki bir küçük şey, beni nasıl öldürebilir? Küçük diyorum, çünkü ne kadar büyük olabilir ki? Ölümden ne kadar korkuyorum, onu bile anlamadım henüz. Ama yok olmaktan korkuyorum, bir anda yok olmaktan…”

Daha düne kadar övünürdüm korkusuzluğumla, cesaretimle, çelik gibi oluşumla. Ne ara… ne ara babamın mezarına gelmiş de böyle çaresizce ağlamaya başlamıştım? Babamın mezarına geldiğimde bir asker olduğu için, şehit düştüğü için dimdik dururdum, asker selamını vermeden oturmazdım bile. Şimdi…

Bir sabah değişti her şey.

Bu düşüncelerle beraber o kadar doldum ki, yüzümü avuç içlerime koyup hıçkırmaya başladım. Gözyaşları hızlı düştü, parmaklarım yüzümün kenarlarına acıyla batarken hıçkırığımın sesi kulağıma geldi. En son babam öldüğünde kulağa böyle gelmişti ağlayışım.

Öleceğim için mi, yok olacağım için mi ağladığımı bilmiyordum.

Hıçkırıktan nefesim kesilince ellerimi indirdim ve gökyüzüne bakarak iki nefes aldım. Neden… hayatımdaki her şeyi öleceğimi öğrendiğimde daha çok farkına varıyordum? Mide bulandırıcı bir kaybetmişlik hissi vardı içimde, kusmak istiyordum.

Boş midemle öğürdüm, burnumu sertçe çekerek kalktım ve ceketimle defterimi alarak arkamı döndüm. Yere sert sert basarak ilerledim, babamdan uzaklaştıktan bir süre sonra ise arkamı dönüp ıssız mezarına baktım. Artık babama, annemden daha yakındım.

"Seni çok seviyorum,” dedim ve tekrar önüme dönünce yanağımdaki yaşı silip hızlı hızlı yürüdüm. Mezarlıktan çıkıp, iki değil de üç bacağım varmış kadar tuhaf hissederek ilerledim. Bir araca binsem iyi olurdu ama yürümek istiyordum. Bu yüzden sandığımdan uzun sürdü, eve yaklaştığımda panikledim, sanki yüzüme baktığında annem her şeyi öğrenecek gibiydi.

Evimiz ara, sakin bir sokaktaydı. Babam hayattayken almıştı, şimdi eskimiş olsa da hâlâ güzeldi. İki katı, geniş bahçesi vardı. Annem üst katı bana bırakmıştı, kendisi alt katı tercih ediyordu. Etrafında bir çit vardı, bahçe kapısı beyaz ahşaptı. Ayaklarım beni o kapıdan geçirirken cebimden anahtarımı çıkardım, ev kapısını açıp yavaşça içeriye girdim.

Koridor sonu, sol taraf doğrudan mutfak kapısına bakıyordu, sağ tarafta ise yukarıya çıkan merdiven vardı. Kapıyı usulca kapattım ve sesleri mutfaktan duyarken parmak uçlarımla merdivene yöneldim. Basamakları çıkıp üst kata varınca kendimi hemen odama attım, fakat her zamanki gibi açık cam girdiğim oda kapısını çarpıp kapattı.

“Siktir,” diye öfkeyle fısıldadım ve annemin aşağıda korkacağını bildiğimden, “Anne, benim,” diye seslendim kapıyı açıp.

Önce ses gelmedi, ardından buraya çıktığını anlayınca direkt dağınık saçlarımı düzeltip yüzümü ovaladım, kederimden hiçbir iz bırakmamaya çalıştım. Birazdan kapım açılırken gömleğimi üzerimden çıkarıyordum. Ağzı kulaklarında gezen bir adam değildim ama anneme gülümserdim. Yine gülümseyip omzumun üstünden ona baktığımda, beni izliyordu. “Neden erken geldin?”

Annemin mavi gözleri vardı, küçüklükten bu yana o gözlerinin genetiğini alamadığıma üzülürdüm. Otuz dokuz yaşındaydı ama en fazla otuz beş gösteriyordu, genç ve güzeldi. Kısa kullandığı saçları omuzlarına dağılmıştı, üstünde bir beyaz askılı tişört ile siyah, günlük pantolon vardı. Merak ve endişeyle bakıyordu. Annem… hep böyle bakardı, hep endişeli görünürdü. O kadar, o kadar saf bir kadındı ki… bazen beni hayretler içinde bırakıyordu. Bu yüzden ne desem inanıyordu, bu da beni hep çok endişelendiriyordu. Ama anlıyordum, bu hayatta babam dışında doğru dürüst kimseyi tanımamış, kimseden cesaret alamamış, komşuları dışında arkadaş bile edinmemiş bir kadındı. O kadar saf ve masumdu ki, onu bu dünyada nasıl yalnız bırakacağımı bilmiyordum.

“Alp Erez?” dedi annem bir daha. “Neden erken geldin canım?”

“Son ders boştu,” diye aklıma gelen ilk şeyi salladım. “Doğrudan eve geldim, uykum var.”

Anlayarak başını sallarken yüzüme ilgiyle baktı. “Aç mısın? Kek yapmıştım, sıcacık.”

Annemin yüzüne çok bakamadan önüme dönüp gömleğimi yatağa fırlattım, aldığım tişörtü üzerime geçirdim. “Uyuyacağım.”

Buraya yürüyüp gömleğimi aldı, çalışma masamın oradaki koltuğa doğru asıp yanıma geldi. Bana ulaşmak için parmak uçlarında yükseldi ve yüzümü tutarak yanağımdan öptü. “Tamam kuzum ama çok uyuma, sonra geceleri yatamıyorsun.”

Gözlerimi kaçırarak başımı salladım ve annem odamdan çıktığında dolabıma doğru yaslandım. Ya da düştüm, bilmiyorum. Başım döndüğünden dengemi bulamıyordum. Kumaş pantolonumu çıkarıp bir siyah eşofman giyindim, geniş odamdaki yatağa ilerleyip kendimi sırt üstü bıraktım. Odam tavan arasındaydı ama tavanı çok alçak değildi, dağınıklıktan hiç hoşlanmadığım için toplu tutardım, her şeyi yerinde bırakırdım. Yatağımın başında beyaz ahşaptan, kare bir pencere vardı. Gözlerimi kaydırıp oraya bakarken kolumu da kafamın altına koydum, üzerimdeki şokun etkisi devam ettiği için gözlerim normalden daha büyük bakıyordu.

Anneme söylemem gerekirdi. Hayatından bir anda çıkamazdım.

Fakat böyle bir şey nasıl söylenirdi? Başıma asla geleceğini düşünmediğim bir şeydi.

Belki ölmezdim, küçük de olsa bir umut olabilirdi. Ama Dicle ablanın bana bakan gözlerini hatırlıyordum, çok umutsuz görünüyordu.

Avuç içimi öfkeyle kafama bastırdım, gerçekten onu oradan çıkarmanın bir yolu yok muydu? Yapabilen birisi vardır, birisi bunu benim için yapabilirdi. O kadar şok olmuş, dehşete düşmüştüm ki, Dicle ablayı daha fazla dinlemeden çıkmıştım.

Gerçekten uykusuzdum ama uyuyamıyordum, gözlerim kapandığı an kendim için kazılmış bir kuyu görüyordum. Babamın mezarını, kendimi onun yanında… Hava kararmış, gökyüzüne bakıyor olsam bile bunu idrak edemedim. Annem odamın kapısını tıklatıp yemeğe çağırdığında, bir şeyden şüphelenmemesi için arkasından çıktım. Aşağıya inip mutfağa geçtim, annemin bana gülümseyişine karşılık vermeye çalıştım. Kasedeki sıcak domates çorbasını yemeye başlarken başımı önümden kaldıramadım, annem ilgiyle beni izlerken bile rol yapamadım. Ağzıma attığım her şey midemde büyüdü, kasenin dibini göremedim, fazla kalamadım, kalkıp giderken annem arkamdan seslendi. “Tavuk var, yemeyecek misin canım?”

“Hayır anne.”

Üst kata çıkar çıkmaz kendimi buradaki banyoya attım, yüzüme soğuk suyu çarparken kalbim hızlanmaya başlamıştı. Sanki birazdan ölecekmişim gibi panik halindeydim. Dönen başımı tutarak hole çıkınca annemin merdiven aşağısında endişeyle baktığını gördüm.

“Uyuyacağım,” diyerek kendimi odaya attım, kapımı kilitledim. Yatağıma gidip battaniyeyi üzerime çekerek sol tarafıma doğru yattım, gözlerimi sımsıkı yumarak sakinleşmeye çalıştım. Az kalsın aşağıda hıçkırıklara boğulacaktım, her şeyi söyleyip annemi mahvedecektim.

Bana ıstırap veren o gerçeği unutmak için, uyuyabilmek için her şeyi denedim ama olmadı. Saatler önce gece yarısını, sonra sabahı buldu. Odam ışıkla aydınlanınca başımdaki ağrı şiddetlendi, diğer tarafıma dönemeyecek hale geldim.

Annem kapımı tıklattı, uyuyormuş gibi yaptığımda okula gecikeceğimi hatırlattı. Ona bir tamam, cevabı verdikten sonra dahi yataktan kalkmadım. Annem bir daha geldiğinde rahatsız olduğumu söyledim, okula gitmeyeceğimi ve beni rahat bırakmasını.

Yataktan da odadan da çıkmadım, çalan telefonumun sesine tahammül edemeyerek bir köşeye fırlattım. Baş ağrısı, mide bulantısı ve dehşete sürükleyen düşüncelerle kıvrandım. Bir ara neredeyse uykuya dalıyordum ama kalbimin korku dolu atışlarıyla tekrar irkildim.

Okula gitmeden, odamdan sadece tuvalete gitmek için çıkarak iki gün daha geçirdim. Birkaç kez ya bu hastalıktan ya da düşüncelerimin mide bulandırıcılığı yüzünden kustum. Başım ağrıdı ama şiddetli bir atak geçirmedim, muhtemelen bir iki gün içinde o deli eden baş ağrısını tekrar yaşayacaktım.

Annem sık sık odama geldi, onu basit bir rahatsızlık bahanesiyle geçiştirdim. Bana, doktora gidip gitmediğimi sorduğunda yakında gideceğimi söyledim. Baş ağrılarımdan sonra bir de bu rahatsızlığı geçirmemden endişelenmiş halde benim için yemekler hazırladı. Neredeyse hiçbirini yiyemedim, odamda, tavana bakarak o iğrenç iki günü geçirdim.

Üç aydan eksilen iki gün.

İkinci günün akşamında artık şok içinde değildim, gerçeği kabullenmiş, biraz sakinleşmiştim. Kolum başımın altında loş tavanımı izliyor, annemi, Tanyeli’yi, dostlarımı düşünüyordum. Görünen sebepten ötürü okula devam etmeye karar vermiştim, yarın da gidecektim. Bir süre daha herkesten saklayacaktım, zaten sakinleştiğim için daha normal davranacaktım. Dicle ablaya bir daha gidecektim, ölmeden önce neleri yapmayı istiyordum bir bakacaktım.

Tanyeli…

Onu istiyordum.

Dişlerimi sıkarak inledim ve iki gündür aralıklarla çalan telefonum tekrar çalınca artık bir yerden başlamam gerektiğini düşündüm. Doğruldum, başım dönmesin diye ağır hareket ederek komodindeki telefonumu aldım. Elimi dağınık saçlarımdan geçirerek ekrana bakınca Nehir’in aradığını gördüm.

Bir fırça yiyeceğimi bilerek yorgunca açtım telefonumu ve anında, “Sonunda!” diyerek adeta bağırdı Nehir. “Neredesin sen? Ne okula geliyorsun ne telefona çıkıyorsun. Özgür’e bakıyorum diye yanına da gelemedim…”

Hem meraklandım hem de konuyu değiştirmek için sebebim oldu. “Özgür’e bakıyorum derken? Evinde misin? Niye bakıyorsun?”

Alçak sesli bir küfretti. “Dövmüşler yine, hastanede!”

Yatağımdan öfkeyle doğrulup dolabıma koştum. “Ne zamandır, neyi var?”

“Dün, okul çıkışı saldırmışlar,” dedi, nasıl da öfke duymuştu, sesinden belliydi. “Acile gitmiş, dünden beri de hastanede.”

Bir keten, krem renkli pantolon ile siyah, yuvarlak yaka tişörtümü aldım ve telefonu kenara koyup konuşurken giyinmeye başladım. “Hastanede yatacak kadar mı ağır?”

“Kolu çok ezilmiş, babası da bakmayacağına göre ben istedim hastanede kalmasını… Zorla ikna ettim, doktor da uygun görünce çaresiz kabul etti.”

Özgür çok gururlu, canı derinden acısa da acımadığını söyleyen, zor birisiydi. Kabaydı, huysuzdu, emindim ki hastanede geçirdiği her saatten nefret etmişti. Kıyafetlerimi hızla geçirip telefonu kaptığım gibi oda kapısını açtım. “Buradaki semt hastanesindesiniz değil mi?”

“Evet canım.”

“Geliyorum, orada görüşelim.”

Telefonu cebime attım, aşağıya inince annemin salondan çıktığını gördüm. Ürkerek bakıyordu. “Kuzum, bu saatte nereye?”

Anneme iki gündür sorumsuz, kötü bir adam gibi davranmıştım. Yoksa üstüme gelecekti, yüzüme baktıkça endişesi artacaktı. Karşısına yürürken pişmanlıkla içim acıdı, uzanıp annemi yanağından öperken, “Özgür’ün yanına gideceğim,” dedim. “Geç gelebilirim, kapıyı kilitle.”

Annem de hemen beni alnımdan öptü ve odamdan çıkmam onu rahatlatmış gibi gülümsedi. “Ateşin yok ama rengin kaçmış. Beyazdın, daha da beyaz olmuşsun oğlum.”

“İyiyim annem.”

Gözlerimden bir şey anlaşılır diye hemen arkamı döndüm, vestiyerden ayakkabılarımı alıp giyindikten sonra çıktım. Annem bana el sallarken de arkamı dönüp uzaklaştım, kilit sesini duyunca rahatladım. Bahçeden motorumu çıkardım, tekerlerindeki çamura söylenerek sokağa koydum. Anahtarımı takıp motoru çalıştırırken kaskımı alma gereği duymadım, artık gereği yoktu. Hatta son hızda gidebilirdim, hayatımı kaybetmeye karşı duyduğum içgüdüsel endişe artık kaybolmuştu.

Semtteki hastaneye ulaşınca motorumu açık otoparka bıraktım, anahtarımı alarak hızlı hızlı içeriye girdim. Acil servise girip etrafıma bakarken sırtı bana dönük olan Nehir’i fark ettim. Yanlarına yürürken de Özgür’ü gördüm. Yüzündeki yaralardan başka şeye bakamadan ilerledim o da beni gördüğünde, “Sana n’oldu?” dedim inanamayarak.

Nehir’de bu tarafa döndü, yatağın hemen ucunda oturuyordu. Özgür muhtemelen bana haber verdiği için ona bezgin bir nefes verip, “İyiyim,” dedi. “Zorla hastanede tutuluyorum, beni eve götür.”

Nehir ona kızgınlıkla bakıp bana döndü. “Yüzünden başka karnında morluklar, kolunda ezikler var. Üç kişi birden saldırmış, daha savunmadan üstüne çıkmışlar.”

Özgür, dayak yediğinin anlatılmasından ne kadar hoşlanmasıysa, “Nehir,” dedi bastırarak. “Sen artık gitsen iyi olur, saat de geç oldu.”

Biraz erkek erkeğe kalmanın faydası olur diye Nehir’in omzunu sıkarak, “Doğru söylüyor,” dedim. “Ben Özgür’le kalırım, sen eve dön.”

Nehir birkaç saniyeyi kararsız geçirip sonra yataktan kalktı. “Tamam ama bir şey olursa arayın. Ayrıca iki gündür neden telefonlara çıkmadığını öğrenemedim.”

Geçiştirmenin tam sırasıydı. “Sonra konuşuruz.” Gözlerimle Özgür’ü gösterdim. “Şu bebeğe bakalım, neyi var.”

Özgür dik dik bakarken, Nehir hafifçe gülümsedi ve kot ceketini alarak bize el salladı. O uzaklaştığında kenardaki sandalyeyi çekip oturdum ve doğrudan dostuma bakarak, “Yine aynı adamlar mı?” dedim, öfkeden midem yanıyordu.

Sanki kendine neler olduğu önemsizmiş gibi sadece bir, “Evet,” dedi.

Kendisine böyle davranmasından nefret ediyordum. Sanki hayatının bir değeri yok gibiydi. Tamam, bazı noktalarda ben de böyleydim, belki de bu yüzden onunla arkadaşlık etmesi kolaydı. Çok öfkeliydi, umursamıyor görünse de kin kustuğuna emindim. Nehir hastanede tutmakla iyi yapmıştı, tek ailesi olan babası ona asla bakmazdı.

Babası kumarbaz, alkoliğin tekiydi. Annesi de, Özgür küçükken adama daha fazla tahammül edememiş, kızını alıp evden kaçmış. Özgür arkada bırakıldığını biraz büyüdüğünde anlamış. Kendisine göre annesi, kendisinden daha fazla sevdiği kız kardeşini alıp Özgür’ü de babasıyla yaşamaya mahkûm etmişti. Bunun öfkesi, babasıyla yaşadığı şiddet dolu hayat onda anlaması kolay bir öfke oluşturmuştu. Kadınlara karşı olan antipatisinin de annesine duyduğu o nefretle alakalı olduğuna neredeyse emindim ama yüzüne karşı hiç söylememiştim. Beni sevdiğini biliyordum ama bana bile tahammülü yoktu.

“Baban borcu takıp ortadan kaybolduysa senin ne suçun var?” dedim ama bunları söylerken bile faydasız konuştuğumu biliyordum. “Polise şikâyet ettin mi?”

"Doktorlar şiddete uğradığımı anlayınca polis ifademi almaya geldi,” dedi doğrudan önüne bakarak.

Yüzüne çok uzun bakarak onu huzursuz etmek istemiyordum ama aldığı darbeler beni kahretmişti. Ellerimi sertçe sıkarak nefesimi üflerken, “Canın acıyor mu?” diye sordum.

“Hayır,” dedi.

Tabi…

“Ne kadar borcu varmış?”

Babasından bahsettiğimde yüzünde tiksinti oluştu. “Çok para Alp. Yıllardır borç takıp duruyor, biraz ödüyor, yine borçlanıyor.”

Hiçbir zaman çok param olmamıştı. Annem, babamın arkasında bıraktığı bazı ganimetlerle ve yüklü bir parayla yılları geçirmemizi sağlamıştı ama asla zengin olmamıştık. “Ne kadar çok? Yüz bin, iki yüz bin?”

Bana keşke öyle olsa, der gibi bir bakış atınca küfrettim. “Dört yüz elli bin takmış adamlara, neredeyse yarım milyon para. Adamlar babama göz dağı olsun diye beni dövüyor ama babamın sikinde miyim acaba… Bok yoluna götürecek bunlar beni.”

Evet, düşüncesi beni rahatsız ediyordu ama böyle adamlar bir köşede, birkaç saniyede nefesini keserlerdi. Polisten bir iş çıkması lazımdı, yoksa Özgür’ün başı çok ağrırdı. On gün içinde bu üçüncüydü ve bu kez canına okumuşlardı.

Muhtemelen kıyafetleri de üzerinde ya yırtılmış ya da kirlenmişti, bu yüzden beyaz hastane giysisi vardı. Konuyu kapatmak istiyormuş gibi, sadece sorduklarıma cevap veriyordu.

“Bu gecede hastanede kal, yarın seni bize götüreyim,” dedim, yüzündeki morluklara istemsiz bakarak. “Biraz dinlenir, sıcak yemek yersin.”

“Yok,” dedi hemen, yatakta biraz kaydı. “Kendim idare ederim.”

İçimden bile geçirmeyi istemiyordum ama nasıl? Ona bakan kimse yoktu, kendi de ne sağlıklı bir şey yer, ne içerdi. Uzanıp omzunu sıkarken gözlerine dikkatle baktım. “Soru sormadım dostum, gelmeni söyledim.”

Bir süre bu iyiliği neden yaptığımı anlamıyormuş gibi baktı, sonra da yastığında diğer tarafa döndü. Kendisi, birkaç insan haricinde kimseye sempati beslemediği için bazı yardımları kendisine garip bir şey yapılıyormuş gibi karşılıyordu. Buna nedense çok içerliyordum, çok üzülüyordum.

Onu tanıdığım için üstüne daha fazla gitmedim, gelen hemşire muayenesini yapıp bu gece yanında kalanın ben olacağımı ben öğrendikten sonra gitti. Kollarımı göğsümde kavuşturup onun uyumasını izlerken hem Özgür’ü hem kendimi düşündüm. Ölümün ne kadar ani olduğunu öğrendikten sonra, onun da başına gelmesinin ne kadar kolay olabileceğini fark ettim. Bu beni irkiltti. Tek sorun para mı dedim kendime?

Ve sabaha karşı, ağrıları yüzünden inleyerek uyandığında gözlerimiz birkaç saniyeliğine birleşti. Uykulu uykulu bakıp gözlerini tekrar kapatırken, “Özgür,” diye seslendim.

Ağrıyan kolunu tutarak gözlerini bir daha açtı. “Hâlâ burada mısın?”

“Dostum, parayı bulmanın bir yolu var.”

Uykuluydu, anlamayarak bakıyordu.

“Senin için parayı bulacağım.” Çünkü düşündüm ve bir şeyin farkına vardım. Artık korkacağım hiçbir şey kalmamıştı, bu parayı bulmanın illegal yollarını demekten korkacağım hiçbir şey yoktu. Suçlanmak, cezalandırılmak, hatta ileriye gidiyorum; öldürülmek… Başım büyük beladaydı. Öleceğimi anladıktan sonra hiçbir şeyden korkmamak, hiç hem de hiç iyi olmamıştı. “Bu beladan kurtulacaksın.”

BÖLÜM SONU.

Bölüm sonunda bir daha görüşüyoruz, düşüncelerinizi iletirseniz çooook sevirim. Haftaya cumartesi aynı saatte görüşmek üzere. 🖤

Bölümü okuyup bitirdiyseniz bir emoji bırakın.